KONSTANTİNOPOLİS DEPREMLERİ

Böyle bir konuyla dönüşü hiçbirimiz tahmin edemezdik ama maalesef birazdan bahsedeceğimiz kötü günlerin kapısı tekrar açıldı. Tekrar kapanacak, tekrar açılacak. Tekrar ağlanacak, tekrar gülünecek. Tekrar kuruyacak ve tekrar yeşerecek. İlk kayıtlı depremden önce illa başka depremler oldu bu coğrafyada ama aradan geçen bin altı yüz küsür senede geldiğimiz nokta hiç iç açıcı değil. 

Aristo ve Seneka depremlerin yeraltındaki büyük boşluklarda oluşan hava hareketlerinden meydana geldiği görüşünü savunmaktaydı. Aristo, denize yakın yerlerin depreme daha elverişli olduğunu ekleyerek, en şiddetli depremlerin deniz akıntısının güçlü, toprağın geçirgen olduğu bölgelerde yaşandığını gözlemlemiştir. Bu sebeple deniz tanrısı Poseidon aynı zamanda deprem tanrısıdır.

Bizanslılar depremlerin nedenlerini çeşitli yollarla açıklayıp, yorumlamaya çalışmışlardır. Bazıları depremlerin oluş nedenlerini dinsel açıklamalarla bazıları bilimsel ve doğa teorileri ile açıklamaya çalışmışlardır. Kimi görüşlerde yeraltı mağaralarında püskürmeler olduğunu ileri sürerken kimileri hava ve su gibi dış güçlerin depremi tetiklediği fikrini öne sürdü. Dördüncü yüzyılda yaşayan Antakya doğumlu tarihçi Ammianus Marcellinus’un depremin nedenini araştıran ilk kişi olduğunu düşünürsek büyük ihtimalle bu tarihe kadar depremler yukarıda saydığımız görüşler ile açıklanmaktaydı.  Ammianus’a göre depremlerden bir pagan tanrısı sorumluydu. Aristo’nun teorisini reddetmiş ve hangi tanrının depremlere neden olduğunu bilemediğinden isim vermemiştir.

Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Konstantinopolis patriği Photios (858-867/878-886 (iki kere patriklik görevinde bulunmuştur)), depremlerin yeryüzündeki suların çokluğundan dolayı olduğunu iddia etmiştir.

Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın etki alanındaki başkent için eldeki verilere göre ilk etkili deprem 24 Ağustos 358 yılında Nicomedia (İzmit) merkezli depremdir. Bundan önce şehre pek hasar vermeyen 342 yılındaki depremi göz önünde bulundurmazsak 358 depremini bir başlangıç sayabiliriz.

337 yılında tahta geçen 2. Constantinus (337-361) Hristiyanlık konuları ile yakından ilgileniyordu. 358 yılında Nicomedia’da bir konsül toplamak istiyordu ki planlanan günden önce 24 Ağustos depremi gerçekleşince her şey değişti. Şehir denize inen bir yamaç üzerine kurulu olduğundan yamaç boyunca yapılan evler bir çağlayan gibi yıkılarak birbirinin üstüne kapanmıştır. Zamanın Bizans tarhiçisi Ammiannus Marcellinus, güneş doğduğunda evlerin üst üste yıkıldığını ve insanların ezilerek öldüklerini anlatır. Vali Aristainetos dahil olmak üzere, yarı aryan piskopos Cecropius ve filozof Arsacius bu depremde hayatını kaybeder. Aryancılık muhalifleri bu depremi tanrının bu depremi, piskopos dahil tüm sapkınları cezalandırmak için uyarısı olarak kabul ettiler. 358 depremi Konstantinopolis’e de büyük zarar verir. Şehir I. Justinianus tarafından inşaa ettirilerek imparatorluk şehri seviyesine yükselebildi.

558 yılındaki büyük Konstantinopolis depremine kadar aynı fay hattında irili ufaklı 402, 406, 407, 412, 417, 423 yılları depremleri kaydedilir. Bunlardan 406 yılındaki depremle ilgili olarak İmparator Arkadius’un eşi Eudokia’nın korkudan çocuğunu düşürdüğü kayıtlara geçerken, 1 Nisan 407 yılındaki depremde Theodosius Forumu’nun yıkıldığı ve ölülerin Hebdomon kıyılarına vurduğu bildiriliyor. 25 Eylül 437 depremi şehri terk edenler olduğu kayıtlara geçerken sur dışına çıkan halk piskopos ile birlikte günlerini dua ederek geçirirler.İmparator Teodosius can kayıpları için yas kıyafetiyle gezer.

447 yılındaki kara surlarını etkileyen depremden sonra 450, 478, 487, 525, 533 yıllarında hafif şiddetli depremler devam eder. 25 Eylül 478 yılındaki depremde Theodosius Forumu bir kez daha yıkılır. İmparator Theodosius’un heykeli yıkılır. Surların bir bölümü ve bazı kiliseler zarar görür. V. Yüzyıl depremleri 26 Eylül 487 yılı depremiyle son bulur.

525 yılı Ekim ayında olan deprem anıtlar, heykeller ve bazı kiliselere zarar verir. 533 yılındaki deprem pek şiddetli değildir ama 6 Ağustos 542 yılında gerçekleşen depremde çok sayıda bina yıkılır ve enkaz altında insanlar hayatını kaybederken, Konstantin Sütunu’nun üzerinde bulunan Apollon Heykeli’nin elindeki mızrak yere düşer ve Altın Kapı’nın (Porta Aurea) yanındaki sur duvarları yıkılır. Theophanes kroniğinde çok sayıda insan öldüğünden bahseder.

6 Eylül 543’e gelindiğinde ise Konstantinopolis bir deprem daha görür. 1. Justinianus’un at üstündeki heykeli yıkılır. 545, 547 (548?) ve 551 yıllarında küçük depremler olur.

553 yılındaki depremde Ayasofya’nın kubbesini taşıyan doğu kemeri zarar görür.

15 Ağustos 554 yılında gerçekleşen depremin ise Akdeniz’in doğusuna kadar etkilediği ve pek çok kentin yıkıldığı kayıtlara geçer.

557 yılının Nisan ve Ekim aylarındaki depremler çok hasar yaratmaz ancak aynı yılın 14 Aralık günü gece yarısı gerçekleşen depremin öncüsü olabilirler. Şehir halkı uykuda yakalandığı için can kaybı büyük olurken Ayasofya’da nasibini alır ve ana kubbenin bir kısmı yıkılırken şehirdeki yapıların durumu pek parlak değildir. İoannis Malalas, Theophanes ve Agathias bu depremi kaydederler. Agathias’ın kroniklerine göre evlerinden kaçanlar evleri sağlam kalsa bile bir süre kiliselere sığındılar ve geri dönmediler. Açık alanlarda kalan insanlar kış şartlarında zorluklar çektiler. Bu depremde ölen tek senatör Anatolios’tu. Yatak odasının duvarları yontulmuş mermer paneller ile kaplıydı ve depremde üzerine düşen bu mermerler neticesinde uykusunda ölmüştü. Birçok Bizanslı bu depremin sebebini yozlaşmış senatör Anatolios’un yaşam tarzının sebebi olduğuna yorumladı. Deprem ile birlikte şehir yas tutma sürecine girer. çok ender görünen bir şekilde tüm insanlar birbirine değer verip yardım etmeye başlarlar. Agathias, 557 depremi sonrasında zenginlerin sadakaya yöneldiğini, tanrının varlığından şüphe duyanların tekrar dua etmeye başladıklarını ve hatta en gaddar insanların bile tarının gazabından korktukları için erdemli bir hayata döndüklerini ancak çok geçmeden eski yollarına geri döndüklerini yazar. Bu deprem I. Justinianus’un imparatorluğu döneminde gördüğü son felaketti. Geçirilen birçok felakete rağmen ayakta kalıp halkına güçlü bir lider imajı çizmeyi başardı. Ayasofya’nın kubbesini yeniden inşa ettirdi.

Bir yıl sonra 7 Mayıs 558 ve 583 yılı depremleriyle altıncı yüzyıl kapanır. Bazı kaynaklarda yedi yüzyıla ait deprem kaydına rastlanmazken bazı kaynaklarda 611 yılına ait bir deprem olsa da o yüzyıl Konstantinopolis şehrinin deprem yönünden sorunsuz geçtiği gözükmektedir. 558 depremi ile ilgili Theophanes kroniğinde “19 Ekim 558 Cuma günü gün doğmak üzereyken deprem oldu” şeklinde geçmektedir. Kronikte 14 Aralık 558’de bir deprem daha olduğu, hem Constantin hem Theodosius tarafından inşa edilen surların zarar gördüğü, depremin korkunç etkisinden zarar görmeyen yoktu, Stratinikos ve Kallenikos Kiliselerinin (Rhegion – Küçükçekmece) yıkıldığını, Ioukoundianai Sarayı’nın (Hebdomon – Bakırköy) önündeki porfir sütunun çöktüğü ve yere 8 metre gömüldüğü, bazı insanların enkazlardan üç gün sonra kurtarıldığını” yazmaktadır.

583 depremi ile ilgili olarak yedinci yüzyılda yaşayan tarihçi Theophylaktos Simokattes, Aristo’nun deprem teorisine atıfta bulunarak “Eğer Aristo’nun anlattıklarını kabul edilebilir olarak gören varsa onun aklından dolayı kutlayalım ama değilse bu doktrini babasına iade edelim” demiştir.

715, 732 depremlerinden sonra 26 ekim 740 yılındaki depremin merkezi İzmit’tir. Konstantinopolis’te Aya İrini Kilisesi kısmen yıkılırken İzmit tekrar büyük bir yıkım yaşar. Theophanes kroniğinde depremin sabah 8’de büyük bir gürültüyle gerçekleştiğini birçok kilise ve manastırın yıkıldığını ve çok sayıda insan öldüğünü, Xerolophos kolonu üzerinde Arkadiıs anıtının ve Altın Kapı üzerindeki Byükü Theodosius heykelinin devrildiğini, Trakya, Nicomedia (İzmit), Prainetos (Karamürsel) ve Nikea (İznik) şehir duvarlarının, kasaba ve köylerin yıkıldığından bahseder.

Bu depremi 790 ve 796 depremleri takip eder. Theophanes kroniğinde 796 depreminin 4 Mayıs günü büyük bir gürültüyle olduğundan bahseder.

815, 824, 840, 854 ve 860 yılları depreminden sonra 862 depremi gerçeklir. Kayıtlarda 862 depreminde Altın Kapı’daki Zafer Heykeli’nin yıkıldığı notu düşülüyor. Enderde olsa bazen depremlerin yardım için gönderildiğine dair inanışlarda vardı: 5 Mayıs 824 tarihinde Tekirdağ yakınlarında meydana gelen depremin, İmparator II. Mihael’e şehri zapteden işgalcilere yardım amacıyla gönderildiği düşünülüyordu.

861 ve 866 yıllarındaki depremlerden sonra 9 Ocak 869 meydana gelir. Deprem bir Pazar günü meydana gelir ve artçı şoklarıyla birlikte 40 gün sürdüğü bilinmektedir. Depremin olduğu gün Aziz Polyeuctus Bayramı’dır. Ayasofya hasar görür ve Havariyyun (Havariler) Kilisesi kısmen yıkılır.

Onuncu yüzyıla gelindiğinde 915, 945, 948, 967 yıllarındaki depremleri yüksek şiddetli 989 depremi izler. İzmit merkezli bu depremin İtalya’da hissedildiğinden bahsedilir ve Konstantinopolis büyük zarar görür. Ayasofya’nın batı kubbesi çöker. Onarımı 16 yıl sürer. Şehirde binlerce evin yıkıldığı bildirilir. Onuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşayan tarihçi Leo Deacon, 967 depremi ile ilgili olarak Tanrı’nın toprağı şiddetli bir şekilde sarstığını, matematikçilerin depremi açıklarken yanlış ve gereksiz Yunan teorilerini savunduklarını, depremin sadece Tanrı isteğiyle olduğunu belirtmiştir.

On birinci yüzyıla geldiğimizde 1010 depreminde Havariyyun Kilisesi’nin kubbesi çöker. Peşinden 1033, 1036, 1037, 1038 ve 1041 depremleri gelir.

23 Eylül 1063 tarihli büyük depremde tarihçi Attaleiates’e göre Konstantinopolis’te çok az sayıda ev yıkılmaktan kurtulmuştur. 1063 depremi imparator X. Konstantin Dukas dönemine rastlar. Depremi dönemin tarihçi ve filozofu Michael Psellos kaydeder. Psellos depremlerin ilahi gazapla ilgisi olmadığına inanıyordu.  Depremlerin ilahi güçler haricinde yerkabuğundaki hareketlerin sonucu olduğunu söylüyordu. Psellos’a göre bu bir cezalandırma değil dünyanın değişen düzenine karşı bir uyarı olup Tanrı kızgınlığını göstermektedir. Biz dünyanın düzenini bozarsak Tanrı’da bizim düzenimizi bozacağını göstermekte olduğunu belirtmiştir. Psellos, Aristo’nun teorisinin geçerli olduğunu ancak yeraltındaki rüzgarları estirenin Tanrı olduğunu eklemiştir.

Attaleiates'in El Yazısı
Attaleiates’in El Yazısı

1 Mart (Şubat)1202 depremi ve 1231 depremi yine şehir için yıkıcı olmuştur. 1202 depreminde III Aleksios’un saraydaki odası büyük zarar görür. Kendisi ile damadı yaralanırken ailesinden birçok kişinin enkaz altında kaldığı tarihe geçer.

1204-1261 arası Latin İşgali sırasında 1231 tarihine dair bir kayıt bulunmakta.1 Haziran 1296 tarihindeki deprem ise yine çok sayıda ev ve kiliseyi yıkmıştır. Depremin artçıları 17 Temmuz’a kadar sürerken Manisa ve İzmir’e uzanan hatta 64 kale, kilise ve birçok bina yıkılmıştı.  

Bizanslı kronik ve tarihçiler bazen depremleri gelecek olan başka tehlikelerin habercisi olarak yorumlamışlardır. Tarihçi Pachymeres 1296 depremini şehre yapılacak bir Venedik saldırısının habercisi olarak görür.

1315, 1323 hafif depremlerinden sonra, 12 Şubat 1332 tarihindeki depremden sonra 1343 yılında 18 Ekim’de eş zamanlı iki deprem Konstantinopolis’i vurur. Oluşan tsunaminin etkisiyle deniz surları ve şehrin büyük binaları ağır hasar görür. Ayasofya’nın ana kubbesinde çatlaklar oluşur. Kısa bir zaman sonra Tekirdağ ve Gelibolu merkezli deprem surlarda yer yer çöküntülere neden oldu. Son depremler artık yavaş yavaş Anadolu’ya yerleşen Türkler için fırsat doğurmaya başlamıştı. Nikephoras Gregoras 1332 depremini anlatırken meydana gelen güneş ve ay tutulmaları ile yıldırımları Tanrı’nın İmparator II. Andronikos Paleologos’un (1282-1328) ölümünün habercisi olarak görmüştür. Yine Nikephoras 1344 depreminde baş melek Mihail ve Paleologos hanedanına mensup imparatorun heykelinin düşmesini, hanedanlığın sonunun geldiğine dair bir işaret olarak yorumlamıştır.  

Mart 1419 depremini İmrozlu Kritobulos tarafından “tuhaf ve alışılmamış yer sarsıntılarını tanrısal bir işaret olarak” yorumlamıştır. Deprem Bursa ve İzmit’te büyük hasara sebep olurken İzmit’te tsunami görülmüş ve Selanik’ten Tokat’a kadar bir etki alanı yaratmıştır. 1419 depremi Gemlik Fayı üzerinde olmuştur.

Şehir Bizans yönetimindeyken yaşanan son deprem 1437 yılında kayıtlara geçmiştir.

Bizanslılar tarihleri boyunca depremleri farklı şekillerde yorumlamaya çalışmış ve kayıt altına almışlardır. Aristo’nun teorisinden başlayan süreçte en yaygın olan kanı, depremlerin ortaya çıkması işlenen günahlar ve Tanrı’nın bir cezalandırması olarak insanlara gösterdiği uyarıydı. Bazı depremlerden sonra bir tören alayı Ayasofya’dan ayinin yapıldığı kentin bir kilisesine doğru yola çıkardı.

“Ey efendi, biz günah işledik, yoldan saptık yüzükoyun kapanıyoruz, bize acı!” feryatları arasında Aziz Paul’un Yahudilere mektubu okunurken, “Tanrı evlatlarını, onları pişmanlığa zorlamak için cezalandırır.” cümlesi üstüne basa basa söyleniyordu.

Kaynaklar:

Depremlerin Oluş Nedenlerine İlişkin Bizans Teorileri – Mevlüde BAKIR, İTÜ Dergisi Cilt:2, Sayı:1, 3-9, Aralık 2005

Bizans Döneminde İstanbul’da Depremler: Halk Üzerine Etkisi – Frank Vercleyen (Çeviren: Doç. Dr. Feda Şamil ARIK)

LYKOS (LİKOS) DERESİ

Lykos… Mitolojide bazı kaynaklara göre Poseidon ile Celaeno’nun (Celeno) oğlu olan Lykos’a ulaşmak çok kolay değil. Yunancada “kurt” anlamına gelmekte olan Lykos; Irak’ta bulunan Büyük Zap-Asur Nehri’nin, Kıbrıs’ta bulunan Kouris Dere’sinin, eski adını Nehir Tanrısı’ndan alan Hermus Nehri’nin (Gediz) bir kolunun, Yunanistan’da Carseae yakınlarında bulunan Mysia Nehri’nin, Yeşilırmak Nehri’nin uzun kolu olan Kelkit’in eski adı.

            Ve bizim inceleyeceğimiz, Constantinopolis surlarının dışında doğup şehir içine girebilen tek doğal su Lykos Deresi. Sonrasında Yenibahçe Deresi, Bayrampaşa Deresi ve kaynağına ulaşamadığımız bir isimle Şaram Paşa Deresi (1453-1481 Arası Arkeolojik ve Topografik Harita).  

Öncelikle Lykos’un doğduğu yerden başlayacak olursak, bu bilgiyi birkaç haritada rastladığımız noktaları çakıştırmak suretiyle tahmini bir yere ulaşabiliyoruz. 1867 Moltke Haritası’ndaki noktayla günümüzü çakıştırdığımızda Rami Kışlası yakınında bir yere ulaşmaktayız. Aynı şekilde derenin doğduğu yeri gösteren sınırlı sayıdaki haritalardan diğerinde, 1891 Moltke Haritası’nda da aynı yere ulaşmaktayız.

Semavi Eyice, bu derenin Trakya istikametinden geldiğini ve Topkapı ile Edirnekapı arasındaki vadiden şehre giriş yaptığını söyler. Haritaları baz aldığımızda derenin sur dışı yolculuğu kabaca 2,64 km sürüyor.

Lykos, Bizans Dönemi’nde 5.800 hektarlık şehir için bile elbette yeterli bir su kaynağı değildi ancak başta söylediğimiz gibi sur dışından gelen doğal tek kaynaktı. Daha sonra Osmanlı Dönemi’nde genişleyen yüzölçümü İstanbul sınırlarını değiştirse de Lykos sur içindeki varlığını korumaya devam etti. Bizans gravürlerini incelediğimizde derenin sur içine girdiği yer civarında yine tarımsal faaliyetlerin olduğunu söylememiz pek yanlış olmaz.

Bu gravürü dikkatle incelediğimizde Lykos’un surdan giriş yaptığı noktada bir kişinin tarımsal faaliyet ile uğraştığı hatta arkasındaki noktada bazı ürünlerin yetiştiğini görmekteyiz. Aynı şekilde suyu izlediğimizde üzerinde bir köprünün varlığı ile Lips Manastırı civarından sonra Langa’ya kadar Lykos’a dair bir iz gözükmemekte. Bu yola sonra devam etmek için şimdi Lykos’un Suriçi’ne giriş noktasıyla başlayalım.

Rami Kışlası (kimi kaynaklarda Maltepe) civarından doğan Lykos’un surdan şehre girdiği nokta için elimizde en sağlam kaynak Alman Mavileri ve bir fotoğraf karesi. Bu noktanın Sulukule ismini alması ve günümüze ulaşması elbette Lykos sebebiyle.

Bu noktanın günümüzde son hali

İç Kısım

Buradan şehre giren Lykos şimdiki yapılara göre haritadan görebileceğiniz gibi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Fatih Spor Kompleksi ile İGDAŞ Binasının arasından devam edip Yapı Kredi Blokları’nın içindeki bahçe boşluğu izliyor, Emlak Bankası Konutları’nın surlara göre üçüncü binasının altından geçip, Kaymakamlık yapılarının ilk binasının olduğu yerden Vatan Caddesi’nin istikametine katılıyor.

Tam bu noktada gerek haritalardan gerek ulaştığımız kaynaklardan edindiğimiz ve günümüze gelen bir sokak ismiyle netleşen bir köprü karşımıza çıkıyor. Günümüzdeki caddeye ulaşan sokağın adı Arpa Emini Köprüsü Sokağı, bazı haritalarda bu noktada iki bazı haritalardan üç köprü olduğunu görüyoruz. İslam Ansiklopedisi’nde Bayrampaşa Deresi Köprüsü’nün tek gözlü olduğu, kesme küfeki taşından (diğer adı Bakırköy Taşıdır) olduğu, iki yanında yine aynı taştan yapılmış korkuluklar bulunduğu, mimari bakımdan önemli bir eser olmamakla birlikte İstanbul içindeki tek köprü olduğundan tarihi topografya bakımından önemli bir değeri olduğundan bahsedilmektedir. Köprüye ait günümüze ulaşan şimdilik bildiğimiz bir tek fotoğraf mevcut. Semavi Eyice ise köprünün on altıncı yüzyıl ortalarında yapılmış olabileceğini söylemektedir.  Harita izlerinde ise bu köprüye ek olarak birkaç geçit gözükmekte ama tam olarak doğrulanamamakta. Bizans gravürlerinde bile en az iki ila üç köprü gözükmekteyken Lykos ömrü boyunca üstünde küçük kolyeler olan bir kuğu boynu gibi varlığını sürdürmüştür.

Bayrampaşa Deresi Köprüsü
Yenibahçe Halil Attar Çeşmesi ve Mescidi. Lykos Deresi üzerinden geçen taş köprünün yanında yer alıyordu. 1957 yılında Vatan Caddesi yapılırken mescit ve çeşme yıktırıldı.
Yenibahçe Deresi’ndeki mescit (İBB Atatürk Kitaplığı Arşivi)

Tekrar Likos’un izlediği yola dönecek olursak, dere Lips Manastırı’na (Molla Fenari İsa Cami) kadar cadde boyunca devam ediyor. Haritalardan bazılarında bu noktada yeraltına indiği, bazılarında normal devam ettiği gözükmekte. 19. Yüzyıl başında Payitaht İstanbul’u eserin sahibi Sarkis Sarraf Hovhannesyan’a kulak verecek olursak ise “Edirne Kapısı ve Top Kapısı denilen kapıların arasında, Bayrampaşa Vadisi hizasında, surun iç kısmında Sulukule adı verilen kemerli bir geçit vardır. Muhtelif yönlerden akarak bu noktada birleşen dere, aynı geçitten şehre girer ve Yenibahçe’nin kenarından Aksaray’a doğru ilerleyerek Yenikapı’ya-Langa’ya iner ve yeni yapılmış hamamın yanından denize dökülür.” Bizans Dönemi haritalarına baktığımızda Lykos yine Lips Manastırı önlerinde yeraltına inmekte. Elimizdeki bilgiler ışığında Lykos bahsettiğimiz yerde veya yakınında yeraltına inmekte Aksaray’a doğru ilerleyip burada Bous Forumu’nun (Forum Bovis) altından kırk beş derecelik bir açı yaparak Langa’nın (Vlanga) yolunu tutar ve döküleceği Marmara Denizi’ne ulaşırdı.

Köprüler-İBB Atatürk Kitaplığı’nda Osmanlıca El Çizimi

            Lykos tek başına akan bir dere değildi. Nusret Tekinel yazısında bunu şöyle açıklıyor; “Karagümrük ve Malta’dan iki adet cılız dere, dikeylemesine Hırka-i Şerif yamaçlarından aşağıya doğru akarak Bayrampaşa Deresi’ne katılırdı.” Yazının devamında ilk cılız katkıyı sağlayan suyun adının Karagümrük Deresi olduğu ve şimdiki Kaymakamlık Binası’nın oralardan, ikincinin katkı sağlayan suyun ise adının Malta Deresi olduğu, şimdiki Maliye Binalarının olduğu yerden Lykos’a katıldığı, Malta Deresi’nin tam yaklaştığı yerde kot farkının üç metreye ulaşması sebebiyle küçük ve doğal bir şelale oluştuğundan, bu şelalenin çevresinin ise dut, erik ve incir ağalarıyla çevrili olduğundan bahseder. Bu noktada tekrar haritalara dönecek olursak, Lykos’a katılan tek bir kola rastlayabiliyoruz.

            Lykos’un döküldüğü yere gelecek olursak yaşına dair tüm verileri neredeyse buradan ediniyoruz. Neolitik çağda bir bataklık ortamı olan, günümüzden beş bin ila altı bin yıl önce deniz seviyesinin yükselmesi ile sular altında kalmış ve MS. 300-400 yıllarından itibaren liman olarak kullanılmaya başlanmıştı.

Bu alan, Constantinus döneminde Eleutherios adında bir soylu tarafından inşa ettirilmişti. Kentin güneyinde yer alan liman doğal bir koydu ve Lykos’un döküldüğü yerde bulunmaktaydı. Liman adını ise Eleutherios mahallesinden almıştı. Mahalle adını ise I. Constantinus (324-337) döneminde yaşayan Eleutherios adındaki bir kişinin özel sarayının bulunduğu yerden almaktaydı. Eleutherios’un mermerden bir heykeli, dibi taş döşeli olan bu limanı süslemekteydi. Heykelin omuzunda bir sepet, elinde ise buğday tanelerini ayırma tırmığı vardı. Duvarlarla çevrili liman, kente deniz yoluyla gelen buğdayların boşaltıldığı yerdi. Lykos’un getirdiği alüvyonlarla dolmaya başlayan limanın batıdaki bölümü I. Theodosius tarafından yükseltilip doğudaki Eleutherios bölümünden arasında bir duvar çekilerek ayrılmıştır. Bu süreçten sonra liman Theodosius Limanı olarak anılmaya başlamıştır. (Mango, 2001, s:25; Berger, 1993, s:467-477)

Biz ise Lykos’un limanın ömrü boyunca etkilerini Marmaray Projesi kapsamında Yenikapı’da İstanbul Arkeoloji Müzesi yönetiminde yapılan kazılarda gördük. Bu kazılar neticesinde yayınlanan “İstanbul – Yenikapı’daki Holosen yaşlı istifin sedimentolojik özellikleri ve çökelme ortamları (Bulut Sezerer, M., Yalçın, M. N., Algan, O. 2019. Sedimentological properties and depositional environments of the Holocene sequence in Yenikapı, İstanbul. Bulletin of the Mineral Research and Exploration 160, 21-43. http://dx.doi.org/10.19111/bulletinofmre.502415)” adlı çalışmada Yenikapı çökel istifinin stratigrafik kesitinde (Şekil-1) göreceğiniz üzere Lykos’un limanda oluşturduğu katman 8. Birim olup kendi içerisinde 8a; kaba kırıntılar, iri çakıl, çakıllı kaba kum, 8b; iri çakıllı kaba kum, 8c; çakıllı kaba kum olarak ortaya çıkmıştır. Bu 8. Birim genelde kırmızı, siyah ve bej renklidir.

Birim 8 katmanlar

Ayrıca kıvrılmış ve iyi yuvarlanmış seramik, keramik, kemik ve kavlıklar ile siyah renkli organik maddece zengin ince seviyelerde içerdiği aynı araştırmanın sonucudur. Ayrıca birim 6, 7 ve 8’de ortaya çıkan dolomit, hematit ve pirit minerallerinin çok büyük bir olasılıkla liman ve kentsel faaliyetlerden kaynaklanması söz konusudur. Çünkü bu mineraller, liman ve şehir yokken ve/veya bunlar henüz çok küçük iken çökelmiş olan birimlerde (birim 2-4) bulunmamaktadırlar. Lykos deresince taşınan malzemenin giderek limanı doldurmaya başlamasının ilk göstergeleri arasında bu minerallerin ortaya çıkışı da bulunmaktadır.

Theodosius Limanı Katmanları

Lykos ile Limanın ilişkisini burada noktaladıktan sonra Osmanlı Dönemi’nde şehir ile ilişkisine tekrar dönecek olursak; 15. Yüzyılda 100.000’in altına düşen nüfus yüzyıl sonlarına doğru ikiye katlanmış 16. Yüzyıl ortalarında 400.000’i bulmuştu. 17. yüzyıl’da artık 700.000’e ulaşan nüfusun taze sebze ve meyvelere ulaşımı çeşitli şekillerde olmaktaydı. Şehir halkının ihtiyaçları kısmen şehir ve çevresinden bir kısmıda çevre şehirlerden karşılanmaktaydı. Birincil olarak şehirdeki bahçe ve bostanlar büyük önem taşımaktaydı. Çünkü çevre şehirlerden tedarik edilen meyve ve sebzelerin özellikle kara yoluyla zarar görmeden getirilmesi pek mümkün değildi. Bu sebeple sur içi bahçe ve bostanları daha bir önem kazanmaktaydı. Doç. Dr. Arif Bilgin’in “Osmanlı Dönemi İstanbul Bostanları” çalışmasında belirttiği gibi İstanbul ve çevresindeki bostanların toplam sayısı şimdilik kesin olarak tespit edilememekte ancak bazı mahkeme sicilindeki listelerden belli bostan ve bahçeler listelenebilmekte. Mesela 19. yüzyılın başlarındaki bir belgeden sur dışındaki Bayrampaşa ve Eyüp bostanlarının sayısının 58 olduğu tespit edilmiştir. Lykos ile ilişkisini düşündüğümüzde bu listeden dört bostan göze çarpmakta. Bostan-ı Bayrampaşa adıyla dört bostandan ustam ve amele ismi kısmında sırasıyla, Piço Usta ve Çiko ile Simo; Avasto Usta ve Hasan, Durmuş, Liço ile Kosta; Yako Usta ve Kiro ile Akil; Tano Usta ve Pano ile Simo isimlerine rastlamaktayız. Nusret Tekinel ise annesi ve teyzesinden öğrendiği bilgide sur içinde Vatan Caddesi boyunca sıralanan (harita ve hava fotoğrafında net olarak gözükmekte) bostanların Andriko, Tanaş ve Panayot isimli üç bahçıvana ait olduğunu belirtip şöyle devam etmektedir; Tanaş Ermeni asıllı, diğer iki bahçıvan Rum kökenlidir. Tanaş daha çok sebze yetiştirirken, Andriko ve Panayot meyve ağırlıklı üretim yapmaktaymış. Diğer bir anekdotta ise havalar güzel olduğunda kızlar tek başlarına okula gittikleri zamanlarda Tanaş ve Panayot şayet o esnada bostanda çalışıyor iseler, kızlar rahatça bostandan geçip okullarına gitsinler diye bulundukları yerden biraz daha uzaklaşıp sırtlarını dönerek işlerine devam ederlermiş.

Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde İstanbul kenar mahalle dilberlerinin buluşma yerleri içerisinde; Yenibahçe civarındaki Kavasın Bağı (Kavuklu Hamdi’nin ilk kez burada gösteri için sahneye çıktığı söylenir) geçmektedir. Buralara, kadın ve erkek ayrı yollardan giderken kadınlar yanlarında bir çocuk, bir komşu kızı, sefertası, seccade, kilim, ufak bohça, yemiş çıkını, sepet, çatal, bıçak, havlu, elbezi ve hatta çocuk 1-2 yaşlarında ise bir de salıncak takımı ile uşak götürürlermiş.

Bazen mahkeme kayıtlarında rastladığımız Yenibahçe bostanlarından 1731 senesine tarihlenmiş belgede, Bab Mahkemesi 151 Numaralı Sicil, 66. Cilt, 53. Sayfasında bulunan 2 numaralı hüküme göre bazı eşkıyanın Yenibahçe ve Langa bostanlarına saklandıklarının anlaşılması üzerine İstanbul’da bulunan bahçıvan ve hizmetkarların kayıt altına alınması istenmiştir.

Lykos Deresi gerek çevresinde yarattığı değişimle (bostanlar, köprüler vs.), gerek denize kavuştuğu limandaki değişimle sur içinde binlerce yıldır sürdürdüğü etkisi göz ardı edilemez. Bayrampaşa Deresi olduğu zamanlardan kalan meşhur Bayrampaşa Enginar’ı da elbette onun izlediği yol sayesindeydi. Bayrampaşa’ya 1623 yılında yeniçeri ağalığı görevinden vezirlik görevi verilince Kubbealtı veziri olur. Sur duvarları dışındaki gayrinizami yapıları istimlak ettirip yıktırdıktan sonra surları tamir ettirir. Bu tarihten sonra bazı kaynaklarda Lykos’un adı Bayrampaşa Deresi olarak geçer.  

Lykos’un gerçek macerası ve varlığının sona ermesi ise 1956-1957 yıllarında Adnan Menderes’in başlattığı bir dizi imar faaliyeti sonucunda Vatan Caddesi (Adnan Menderes Bulvarı) inşaatı ile başladı. Semavi Eyice bu yok oluş ile ilgili şöyle söylemektedir; “Bugün bu dere yoktur. Son 20-30 yıl önce yapılan imar faaliyetleri sırasında yok edildi. Şimdi bir de Vatan Caddesi altından metro geçiyor. Ancak uzun zaman bu dere varlığını sürdürdü. İki yanındaki yüksekliklerden süzülen sular, caddenin kotu yükseltildiği için eski yatağına dönemedi ve iki yanında göletler yaptı. Bu göletler ufak gölcükler halindeydi. Sonra buralara koca koca binalar yapıldı. Şimdi bu derenin adı da izi de yok. İstanbul’un esas şekli ile bugünkü şekli arasında bir hayli fark var.”

Lykos bugün kapalı kesit sisteminde ıslah edilmiş ve yer altına alınmış durumda. Sur dışında bir noktada yer üstünde kılcallar halinde akıp tekrar yer altına inmekte.

2022 Yılında Lykos Deresi

Son yapılan çalışmalarda ise mavi ile işaretli hat ile tekrar Marmara Denizi ile olan binlerce yılın buluşmasını devam ettirmekte.

Belki altmış küsur yıldır aradığı yatağı bulamayan Lykos sadece denize ulaştığı anda rahat etmektedir. Kim bilir?

KAYNAKÇA

  1. http://yenikapibatiklari.com/kurtarma-kazilari/theodosius-limani
  2. Wikipedia
  3. Algan, O., Yalçın, M., Özdoğan, M., Yılmaz, Y., Sarı, E., Kırcı-Elmas, E.,. . . Meriç, E. (2011). Yenikapı-İstanbul antik limanındaki holosen kıyı değişimi ve kültürel tarih üzerindeki etkisi. Kuaterner Araştırmaları, 76 (1), 30-45. doi: 10.1016 / j.yqres.2011.04.002
  4. Bayrampasa (Lykos) Deresi Havzası ve Ağzındaki Yenikapı (Theodosius) Limanı Kıyı Alanındaki (Marmara Denizi) Değişim Süreçleri – Levent Erel, Kadir Eriş, Sena Akçer, Demet Biltekin ve Namık Çağatay – İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü (Doğu Akdeniz Oşinografi ve Limnoloji Araştırmaları Merkezi) 34469 Avcılar, İstanbul (E-posta: akcer@itu.edu.tr)
  5. http://www.journalagent.com/planlama/pdfs/plan-97269-opinion_letter-dinc.pdf
  6. İstanbul – Yenikapı’daki Holosen yaşlı istifin sedimentolojik özellikleri ve çökelme ortamları Sedimentological properties and depositional environments of the Holocene sequence in Yenikapı, İstanbul Meltem SEZERER BULUT , M. Namık YALÇIN ve Oya ALGAN
  7. Bab Mahkemesi 151 Numaralı Sicil (H. 1143-1144 / M. 1731)
    Cilt 66, Sayfa 53, Hüküm No 2
  8. Nusret TEKİNEL (Anıları)
  9. Bayrampasa (Lykos) Deresi Havzası ve Ağzındaki Yenikapı (Theodosius) Limanı Kıyı Alanındaki (Marmara Denizi) Değisim Süreçleri Levent Erel, Kadir Eriş, Sena Akçer, Demet Biltekin ve Namık Çağatay İstanbul Teknik Üniversitesi, Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü
  10. İstanbul Su Külliyatı – Su Yolcu 2 – İSKİ
  11. İstanbul Derelerinin Fiziki Yapısı – The Physical Structure of Streams in Istanbul – Hülya Dinç, Fulin Bölen – İstanbul Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Anabilim Dalı, İstanbul
  12. Mütareke Döneminde (1918- 1922) İstanbul’un Anadolu Yakasında Asayiş Problemleri –  Murat AYDOĞDU – T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
  13. İstanbul Derelerinin Fiziki Değişimi ve Arazi Kullanım İlişkisi – Hülya DİNÇ – İstanbul Teknik Üniversitesi – Fen Bilimleri Enstitüsü – Şehir ve Bölge Planlaması Anabilim Dalı – Şehir ve Bölge Planlama Programı- Doktora Tezi
  14. Gümüşyaka – Eminönü Arası Kıyı Bölgesinin Jeomorfolojisi, Değişimi ve Gelişimi – Belgin SOL – T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Coğrafya Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
  15. İstanbul’un Roma Dönemi Topografyası: Byzantion – Constantinopolis – Ayşe Yaren TÜRKOĞLU – T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi